19 Kasım 2009 Perşembe

Özletiyor Seni Bu Yağmurlar







Burada yağmur yağıyor
Aralıksız yağıyor günlerdir
Ama sen yine de şemsiyeni
Almadan gel ilk otobüsle

Buğulanan camlara usulca
Yüzünü çiziyorum ki yüzün
Bir yağmur damlası olup
Düşüyor yapraklarına gülün

Güller de bozamıyor bu uzun
Karanlık sessizliğini kentin
Anılarını yitiriyor sokaklar
Bezirgânlaşıyor bulvar ışıkları

Tarih de kekemeleşiyor bazan
Ki o zaman aşktır tek bilici
Aşksa yürümek gibi bir şey
Duyabilmek kuşların gelişini

Anısı bizsek eğer bu kentin
Unuttuğu türküler bizsek
Acıyı rehin bırakıp bir güle
Anımsatmalıyız bunları bir bir

Sonra yürümeliyiz seninle
Sokaklara caddelere çıkmalıyız
Belki bir aşktır bu kentin
Belleğini geri getirecek olan

Burada yağmur yağıyor ama sen
Şemsiyeni almadan gel yine de
Özletiyor bu çılgın sağanak seni
Sırılsıklam özletiyor biliyor musun


Ahmet Telli

11 Kasım 2009 Çarşamba

SAÇLARININ SIĞINAĞINDA


SAÇLARININ SIĞINAĞINDA

Sevda sağnaklarında ıslanıyor hasretlerim
Dilimden dudaklarıma çiçeklenen her hece
Seni anlatabilmeye hevesli
Senden bahsetmeye can atan

Bazen
Belki çoğu zaman
Ya da her an
Koca bir çaresizlik harmanında düşmüşlüğümde
Tek çıkış yolu
Tek duam
Gözlerimdeki ferin kıvılcımı
Sevdiğim..
kadınım Sensin…
bir tek sen

Ne zaman sevişmelerden söz etmeye kalkışsam
Ciğerimden kopup gelen koca bir ah`tasın
Yani içinde milyonlarca ateş patlaması barındıran
Yani tene ruh katan
Yani umuda iman yeşerten
Sen sen bir sen sevgili
Bir sen dokunabildiğimsin

Şimdi saçlarının sığınağında dinlendirebilmek
Senli sevda hasretlerimi
Yüreğinin gölgesine sığınmak yani
İşte sevdaya kutsal bir ilham
En sonsuz vahiy bu şahdamarımın seslenebildiği

Seni seviyorum yar
Bu vurgunluğum
Dudaklarının kıvrımından bağışladığın her gülümsemede
Nefesinin fısıltısında ya da
Varoluşunda senden yeşeren
İsmini hatırlatan herşeyin
Kutsal bir müjde gibi yüreğime dokunmasındandır
işte başımı döndüren aşk sarhoşluğunun tanımı bu

İşte bu yuzden
Sırf bu yüzden
Sana aşığım demeyi yetersiz saydığım her çaresizlik anımda
Senden beslenen bütün uzaklıklara rağmen
Tutku dolu bakışımdaki umut kadar seviyorum seni...


Gassan SATAR

10 Kasım 2009 Salı

Kadınlar İyi ki Varsınız!


Sizler birer meleksiniz. Ama uçamayan meleklersiniz kusurunuz burada, herbirinizin ayrı bir bakışı var, ayrı bir dünyası, ayrı bir duygusallığı ve ayrı bir güzelliği var.
Güzel yönleriniz yanında da bunlar var...
Size birşeyi beğendirmek zordur... Bunu kabul edin.
Erkeğimi memnun edeyim yoksa ben mi memnun olmalıyım sorusunda bencillik hissiniz tavana vuruyor... Erkekler mecburen bencil yönlerini size gösteriyorlar o zaman...
Bazı anlarda,
Bazı anlarda diyorum dünya yıkılsa umrunuzda olmaz, tek derdiniz kendinizi tatmin etmektir... ve hayatınızı buna göre şekillendirirsiniz...

Çok fazla ilgiye ihtiyacınız var, bazen küçük bir çocuktan farkınız olmaz. Şekeri alınca susar herşeyi unutursunuz. Ama unutmayın ki erkekler sizinle fazla ilgilenmekten hoşlanmazlar pek çoğu sizi bırakıp giderler bu durumda...

...

Toplumdan çok çektiniz, atalarınız, analarınız çekti.
Sırf birilerini memnun etmek için hayatlarınız mahfedilmedi mi?
"Hasan'nın oğlu iyi çocuktur kızım" lafı herkese yutturulmadı mı?
Hiç kimse Hasan'nın gerçek yüzünü anlatmadı.
Neden anlatmadılar acaba?
Ben bilmiyorum siz biliyor musunuz?

Çocukları değil toplumları yetiştiren siz oldunuz. Bu değerli vazifeyi yapan en değerli insanlarsınız. Ama toplum ataerkil olduğu için sizi sosyal hayattan dışladı. Sırf erkekler daha iyi yaşasın diye mi acaba?
Yoksa Erkekler ruhsal maneviyatlarını yaşamak için sizi yüzyıllarca dışladılar mı acaba? Hak bunun neresinde?

Kadınlar siz olmazsanız bu dünya, bütün bu güzellikler olmazdı. Siz çok değerlisiniz.
Hepinize bir gül vermek isterdim ama güllere gül verilmez ki!
iyi ki varsınız...

yildirayg

6 Kasım 2009 Cuma

ARAYIŞ





insanlar bir arayış içindeler... Tarihin başlangıcından beri süregelen birşeyler var insanların zihninde, ne olduğunu anlamlan- dırmadan ölüyor insan, ne için yaşadığını sorgularken.
Kısa ve öz bir cevaptır aslında "ARAYIŞ".
Hayatın kendisi de ölüm de bir arayış. Şu anki durumunuz bile bir arayıştan ibaret. Hayatımızı yönlendiren yaratıcılıkta öyle...
İnsanlık ya da büyük bilinç her ne deniliyorsa adına, bir zaman gelecek farklı bir yol seçecek kendine. O zaman alışılmışın dışında olan ve dilimizin ucundaki söyleyemediklerimiz hep bir ağızdan dökülecek yollara, gösterecekler kendilerini. Hepsi sıradanlaşana kadar sürecek bu her bilinmeyenin arayışı...

yildirayg

5 Kasım 2009 Perşembe

RENKLERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ





Gördüğümüzü zannetiğimiz anda neyi görüyoruz? Gördüklerimiz, diğer insanların gördükleriyle örtüşüyor mu? Elinizdeki kağıdın beyazı kimin beyazı? Benim mi, sizin mi yoksa diğerinin mi? Algıladığımız şeyleri görebiliyor muyuz? Göremediklerimizi algılayabilir miyiz?

Renklerle yakından ilgilenmiş olan Rudolf Steiner'in şu sözleriyle bu sorulara cevap bulmaya çalışalım:
"Hastalar arasında biri vardı ki, onun kaderi insanın içine işliyordu. O, ruh körü bir delikanlıydı. Görme organları tam anlamıyla doğru şekilde gelişmişti. Ancak bilinci tarafından kavranamamıştı. Bu yüzden onları kullanamıyordu. Onun bakımını ve tedavisini yapmak gerçekten çok zor bir görevdi. Uzun yıllar devam eden tedavinin ardından bir gün, noel ağacı gibi süslenmiş olan ışık ağacının önünde sevinçle 'ışıkları görüyorum' diye bağırması, tarifi mümkün olmayacak kadar sevinç vericiydi."

Napoleon, şu bebek yüzlü kanlı diktatör, yeşile pek meraklıymış. Bu yüzden St. Helena'ya gönderildiği sürgündeki odasını yeşil duvar kağıdıyla kaplatmış. Mobilyalarını da yeşil renklerden seçmiş. Genç yaşta ölmesi hakkında çeşitli yorumlar yapılan Napoleon'un neden öldüğü, kısa bir süre öncesine kadar spekülatif açıklamalara neden olmaktaydı. Ama Fransız kimyacılar ilginç bir keşif yaptılar: Napoleon zehirlenerek ölmüştü, ama onu hiç kimse zehirlememişti. İntihar da etmemişti, ama Napolyon kendisini zehirlemişti. Algıladığı gerçekle, göremediği gerçek arasındaki fark, ölümüne yol açmıştı. 52 yaşında ölen Napoleon'un, eceliyle mi öldüğünü tespit etmek için cesedinden geriye kalanları mercek altına aldıklarında, onun saç ve tırnaklarında bol miktarda arsenik bulunduğunu tespit ettiler. Ama Napoleon kendisini gözaltında tutanlar tarafından zehirlenmemişti. St. Helena'nın nemli atmosferinde duvar kağıdı, mobilya ve boyanmış deri içindeki zehir çözülmüş ve havaya karışmıştı. Böylece Napoleon'un arsenik zehirlenmesinden yavaş yavaş ölmüş olabileceği düşüncesi doğmuştu.

Duyularımız sayesinde çevreyle ilişkiye gireriz. Gözlerinizi kapayın, geçici bir süre için kör rolü oynayın: birşeyin hemen farkına varacaksınız: Kısa bir süre sonra içinizdeki huzursuzluğu yenemeyerek gözlerinizi tekrar açmak zorunda kalacaksınız. Bunu yapınca içiniz rahatlayacak. Çünkü gözlerinizi kapadığınız süre boyunca, sadece görsel algılamanız ortadan kalkmadı; çevrenizle kurduğunuz ilişkide de bir kopukluk oldu. Gözlerin açılmasıyla birlikte, yalnızca çevrenizi görmekle kalmazsınız; o andan itibaren yeniden çevreyle bir ilişki sağlamış olursunuz.

Algılamayla beynimizde oluşan resimler, karmaşık bir sürecin sonunda ortaya çıkarlar. Çevremizden gelen sinyaller önce filtre edilir, ölçüp biçilir, düşünülür, değerlendirilir ve hissedilir. Bütün bunların ardından görüntü oluşur. Bu yüzden yeryüzündeki insan sayısı kadar gerçek vardır.

Uygarlığı görebilir miyiz? Görebiliyorsak, ne olduğunu söyleyebilir miyiz? Ben uygarlığın ne olduğunu bilmiyorum. Onun soyut bir tanımını yapamam. Ama uygarlığın ne olduğunu, onu görünce tanıdığıma inanıyorum. Ruskin bir zamanlar şöyle demişti:

"Büyük uluslar otobiyografilerini üç kitapta toplarlar: icraatler kitabı, söyledikleri sözlerin kitabı ve sanatlarının kitabı. Diğer ikisi okunmadan bu kitapların hiçbirini anlamak mümkün değildir. Ama içlerinden inandırıcı olanı, sadece sonuncusudur."

Yazarlar ve siyasetçiler görüşlerini çeşitli açıklamalarla dile getirebilirler. Ancak bunların hepsi bir amaç için yapılan ve gerekirse değiştirilebilen açıklamalardır. Bu yüzden bir toplumun durumunu, o toplumun mimarisi mi, yoksa bayındırlık bakanının açıklamaları mı daha doğru bir şekilde ortaya koyar diye soracak olursanız, ben tercihimi birincisinden yana kullanırım.

Buradan uygarlık tarihinin, sanat tarihiyle aynı olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Çünkü barbar toplumlarda da büyük sanat eserleri ortaya konulabilir. Hatta bir kültürün sınırlılığı, onun sanatına ayrı bir yoğunluk ve canlılık kazandırabilir. İsa'nın dünyaya gelişinden 800 yıl kadar sonra Seine nehrinin üzerinde yüzen bir Viking gemisini görmek mümkündü. Aynı gemiyi bugün Britanya Müzesi'nde görünce, onun bir sanat eseri olduğu düşüncesine kapılıyoruz. Ama nehrin kenarındaki ufak bir kulübede oturan, yavrularının karnını doyurmaktan, onları yetiştirmekten ve barış içinde yaşamaktan başka bir amacı olmayan bir annenin, o zamanlar aynı manzara

karşısındaki duyguları mutlaka daha farklıydı. O anne için bu görüntü, bizim için bir denizaltının periskobu kadar tehdit edici bir görüntü sunmaktaydı. Aynı görüntünün çağa, kişiye ve kişide yarattığı duygu ve düşünceye göre, farklı gerçekleri ifade edebileceği, sanırım böylece açıklık kazanmış oldu.

Astronotlar 60'lı yılların sonlarında Ay'a iner inmez "insanlık adına büyük bir adım" atarken, aynı anda şaşırtıcı bir deneyim de yaşadılar: Ay'ın, taş ve toprak rengini bir türlü belirleyemediler. Bazıları toprağın rengini beyazımsı gri, bazıları yeşilimsi mavi olarak tanımladılar. Ay'ı ziyaret eden herkes, karşısındaki manzaranın rengini farklı şekilde ifade etti. Bu yalnızca astronotlar için önemli bir deneyim değildi. Çünkü, gerçek olarak tanımladığımız şey, her zaman sanıldığı kadar kolay kavranabilen bir şey değildir.

İnsanlar daima gerçeğin elle tutulur ve gözle görülür olduğunu, herkes için aynı şeyi ifade ettiğini ve kuşku duyulmayacak kadar kesin olduğunu kabul eder. Kesin olan bir şey varsa, o da çevremizdeki her şeyi duyu organlarımızla algıladığımız. Ama o çevreyi algılamaya başladığımız an, orası çokanlamlılık kazanır.




Tolstoy'un Kör ve Süt adlı hikayesinde, gözleri gören biri bakın köre beyazı nasıl tanımlamaya çalışıyor:

Doğuştan kör olan biri, görebilen bir diğerine şöyle bir soru yöneltti: "Sütün rengi nedir?" Gören şöyle dedi: "Süt, tıpkı üzerinde yazı bulunmayan bir kağıdın rengindedir." Kör sordu: "Ha, o zaman beyaz, kağıt gibi parmaklar arasında hışırdayan bir şey midir?" Gören dedi ki: "Hayır! Süt tıpkı un gibi beyazdır." Kör sordu: "Yani beyaz, yumuşak ve un gibi tozlu bir şey midir?" Gören dedi ki: "Hayır! Süt, tıpkı kar tavşanı gibi beyazdır." Kör şöyle sordu: "Yani beyaz, tıpkı tavşan tüyü gibi ince ve yumuşak mıdır?" Gören şöyle cevapladı: "Hayır! Süt, sadece kar gibi beyazdır." Kör sordu: "Ha, yani beyaz, kar gibi soğuk mudur?".

Acaba, bu hikayedeki gören kişi hangi beyazdan söz ediyor? Biz onun tanımladığı beyazı biliyoruz, ama örneğin Yeni Zellanda'nın yerlileri, Maoriler, acaba bizden daha mı iyi görebiliyorlar? Çünkü onlar on farklı beyaz, kırk farklı bulut rengi, yirmibir çeşit mavi ve yaklaşık altıyüz çeşit yeşil tanıyor ve bunların her biri için ayrı ayrı kavramlar kullanıyorlar. Yoksa onların gerçeğiyle bizim gerçeğimiz arasındaki fark mı bunun nedeni?
Acaba olmayan şeyleri de görüp işitebilir miyiz? Birçok şeyi, var oldukları halde algılayamadığımızı biliyoruz. Örneğin gece, bize derin bir karanlık olarak görünür. Fakat gökyüzü geceleyin de renklerle doludur. Yıldızlardan, galaksilerden, kozmik sislerden çevreye yayılan ışıkları gözlemleyen fizikçiler, bizim gündüz gözüyle kırmızı, sarı, yeşil veya mavi olarak algıladığımız dalga boylarının, geceleri de orada olduklarını kanıtlayabilirler. Yani gecenin zifiri karanlığı, aslında orada yoktur. Yalnızca ışığın düşmediği bölgeler, bizim beynimizde karanlık etkisi yapar.

Heinz Förster, efsanevi sibernetikçi, "Gerçeğin Konstrüksiyonu" adlı ünlü eserinde "Aslında orada, dışarıda ne ışık ne de renk; sadece elektromanyetik dalga var..." diye yazmaktadır. Förster'in söyledikleri, tümüyle yeni bilgiler değildir. Çünkü Isaac Newton 1700 yılı dolaylarında, cisimlerden yansıyan ışınların renkli olmadıklarını, renklerin, gözlemcinin gözünde oluştuklarını belirtiyordu. Algılamalarımız, Güneş'ten gelen ve atmosferin katmanlarını aşarak yeryüzüne ulaşan ışığa uyum sağlamıştır; bunun tersini iddia etmek bilimsellikten uzaktır.

Algılamanın ne olduğunu anlayabilmek için görmenin temel işlevinin ne olduğunu bir kere daha göz önüne getirelim: Evrimleşme açısından bakınca, işlevi yalnızca gözlemciye belli bir anda içinde bulunduğu ortamda yer alan şekilleri, gölgeleri veya renkleri göstermek değildir; mümkün olan en kısa süre içinde, çevreyi beynin içinde oluşturmak zorundadır. Örneğin, orada kişiyi bekleyen herhangi bir tehlikenin bulunup bulunmadığını haber verebilmek için.

Algılama, duyular aracılığıyla elde edilen bilgiye doğrudan doğruya bir anlam kazandırmak zorundadır. Orada "dışarıda", belirgin olmayan algılamalar, "içeride" belirgin hale getirilebilmelidir. Dışarıdaki güzel kadının anlamı, örneğin ilgi, kıskançlık veya sempati olabilir. Bu yüzden Heinz Förster'in sibernetikçi gözüyle ifade ettiği gerçek, gerçekle tam anlamıyla bağdaşmaz. Orada dışarıda, sadece ses ve ışık dalgalarının ve farklı şekillerde hareket eden moleküllerin bulunduğu, doğru değildir. Orada dışarıda bulunan asıl şey, başka insanların varlığıdır. Her biri ayrı birer kişiliğe sahip, birbirinden farklı insanlar. Oradaki dışarısını farklı biçimlerde algılayan ve yorumlayan insanlar!

İşte bu insanlardan bazıları renkleri yalnızca görmekle kalmıyor, aynı zamanda işitebiliyor ve koklayabiliyor. Avuçlarının içinde ağırlıklarını hissedebiliyor. Gözlerini yumdukları zaman, işittikleri müziğin ses tonları, onların gözleri önünde renklere dönüşüyor. Bu fenomen yaklaşık 300 yıldır bilinmekte ve adına sinestezi deniyor. Nedeni hâlâ bilinmiyor. Bu yeteneğin kaç insanda bulunduğu bile henüz kesin değil. Kesin olan şey, bu deneyüstü fenomene kadınlarda erkeklerden daha fazla rastlandığı. Bazı ailelerde aşırı oranda rastlanmasıysa, kalıtımla ilgili olabileceğini akla getiriyor.




Sinestezi yeteneğine sahip olan kişiler, renkleri işitebiliyorlar. Bazı insanlar şekilleri lezzet olarak algılarlar; tam tersine, lezzeti şekil olarak algılayanlar da var. Bazı kişilerin beyni, kokuyla renk arasında ilişki kurabiliyor. Pek ender karşılaşılsa da, bazı insanlarda bütün duyu kanalları birbiriyle bağlantılı olabiliyor. Bu kişilerin beyni, her sese bir renk, bir şekil ve bir lezzet atıyor.

Sinestezi sahibi kişiler sohbet ederken, söylenen sözleri renkli harflerle gözlerinin önünde görebildiklerini, yavaş konuştukları zaman, kendi söyledikleri sözcükleri çok açık bir şekilde gözlerinin önünde renkli harflerle yazılmış olarak görebildiklerini söylemekteler. Sinestezi yeteneğine sahip olan kişilerin, kendilerine özgü renkli görüntüleri var.

Böyle bir kişinin özel renk sözlüğünde A koyu kırmızı, E açık mavi, I sarı olarak ışıldamakta. M, N, L ve K yeşil, 5 Aral mavisi, 6 Prusya mavisi, 7 sarı olarak görünüyor.

Birçok insan ses tonlarını, şekil ve renklerle bağdaştırmakta. Örneğin yüksek sesler sarı olarak, frekanslı bir sesli harf beyaz olarak, bir akort, yumuşak ve yuvarlak olarak hissedilebiliyor. Bu insanlar, gözlerinin önünde gerçekleşen bu fenomene engel olamazlar; çünkü bu, kendiliğinden oluşur. Hatta bazıları bütün bunların herkeste var olduğunu ve uzun bir süre bunu normal olarak kabul ettikleri için, hiçbir zaman üzerinde konuşmadıklarını belirtmekteler. Yukarıda bahsedilen 'özel renk sözlüğü'nün sahibi, bu özelliğini 22 yaşında keşfettiğini söylüyor.

Uzun bir süre sinesteziyle müzik yeteneğinin birbiriyle ilişkili olduğu kabul edildi. Özellikle 19. yüzyılda "renkli işitmeler" sanat çevrelerinde yaygın bir konuydu. Birçok müzisyen ve ressam, o dönemlerde bir sanat akımı olan sembolizm ile ilgilenmeye başladılar. Öznel algılamaların bulunduğunu vurgulamaktaydılar, mistik eğilimleri vardı ve içinde bilmece saklı benzetmeler yapmaktan hoşlanırlardı. Duyumsal sınırları aşarak, daha fazla yaratıcılık kazanmak istiyorlardı. Böylece birbirinden farklı şeyleri birbirine bağlayarak herkesi şaşırtacak derecede yeni birşeyler yaratmak umudunu taşıyorlardı.

Bazı sanatçıların sinestezi yeteneğine sahip oldukları söyleniyor. Örneğin Kandinsky'nin böyle bir yeteneği bulunduğu belirtiliyor. Fakat artık bunu tespit edebilmek için çok geç. Kandinsky belki gerçekten sinestezi yeteneğine sahip bir ressamdı; ama belki de hayal gücü çok yüksek bir ressam.

Diğer taraftan, biyolojik nedenlere bağlı olarak 'işitilen renkler'le onları hayal gücüyle görebilen yetenek arasındaki sınırın nerede başlayıp nerede bittiği de bilinmiyor.

Bilim adamları, 1980'li yıllarda sinestezi yeteneğine sahip olan insanlara giderek artan bir ilgi göstermeye başladılar ve yaptıkları ilk iş, böyle bir fenomenin bulunup bulunmadığını güvence altına almak oldu. Aynı kadın ve erkeklere, uzun aralıklarla çeşitli sorular yönelttiler. Renk bağlantılarının şaşırtıcı denecek kadar kalıcı oldukları belirlendi. Sekiz buçuk yıl aradan sonra bile yüzde 92'lik bir örtüşme vardı. Sinestezi yeteneği olmayan deneklerse, daha aradan dört hafta geçmesine rağmen test sözcüklerinin yalnızca yüzde 38'iyle başlangıçta söyledikleri renkleri bağdaştırabilmekteydiler.

Sinestezi üzerine araştırmalar devam ediyor. Ancak şimdiye kadar elde edilen sonuçlar, ilginç olmalarına rağmen, birbirleriyle zıtlık gösteriyorlar. Bazı bilim adamları her insanın dört aylık oluncaya kadar sinestezi yeteneğine sahip olduğunu iddia ediyor. Buna neden olarak da, yeni doğan çocuklarda duyuların birbiriyle bağlantılı olarak işledikleri gösteriliyor. Örneğin bebekler, annenin sesine beynin büyük bir bölümünü kapsayan bölümüyle tepki verirken, yetişkin insanlarda bu, yalnızca beynin belirli bölgelerindeki merkezler sayesinde gerçekleşiyor. Benzer özelliklerin, bazı memeli hayvanlarda da bulunduğu belirtiliyor. Zamanla beyin olgunlaştıkça, enformasyon hatları arasındaki bağlantılar kayboluyor ve insan, sinestezi yeteneğini yitiriyor. Ama gerçek nedir? Onun ne olduğunu hem herkes biliyor hem de kimse bilmiyor!

Dr. İsmail Tufan
Akdeniz Univ. Fen-Ed. Fak. Sosyoloji Böl.

Neden Böyle Yaşadın





Acımasız bir soru ama gerçek;

Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında kaybolup, hayattaki büyük sırrı çözemedik. Soruda cevapsız, acımasız kalakaldı. Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun.Yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın. Yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun. Yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun?

TUZAK (Siz Bu Hikayeyi Biliyorsunuz)












Asya'da maymun yakalamak icin kullanilan bir cesit tuzak vardir. Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir agaca veya yerdeki bir kaziga baglanir.

Hindistan cevizinin altina ince bir yarik acilir ve oradan icine tatli bir yiyecek konur.. Bu yarik sadece maymunun elini acikken sokacagi buyukluktedir. Yumruk yaptiginda elini disari cikaramaz. Maymun tatlinin kokusunu alir,yiyecegi yakalamak icin elini iceri sokar, ama yiyecek elindeyken elini disari cikarmasi olanaksizdir. Sikinca yumruk yapmis el, bu yariktan disari cikmaz.
Avcilar geldiginde maymun cilgina doner ama, kacamaz Aslinda bu maymunun tutsak eden hicbir sey yoktur onu sadece, Onun kendi bagimliliginin gucu tutsak etmistir. Yapmasi gereken tek sey elini acip yiyecegi birakmaktir. Ama zihninde acgozlulugu o kadar gucludur ki Bu tuzaktan kurtulan maymun cok nadir gorulur.


Gelelim bizlere………….
Bizleri de tuzaga dusuren ve orada kalmamiza neden olan sey, arzularimiz ve zihnimizde onlara bagimli olusumuzdur. Tum yapmamiz gereken elimizi acip benligimizi, bagimli oldugumuz seyleri serbest birakmak ve dolayisiyla ozgur olmaktir !!!

Ben, maymuna benzer yanimiz olarak sahip oldugumuzu dusundugumuz her seyin bizim icin birer tuzak oldugunu fark etmiyor olusumuz oldugunu dusunuyorum:

-Cogunlukla konusmaktan fazla bir ozelligini kullanmadigimiz son model cep telefonlarina sahip olmak,

-Ortalama 15 m2 sini kullandigimiz ama kullandigimiz alandan 20-30 kat buyuk evlere sahip olmak,
-Belki bir kez giydikten sonra cok uzun sure dolabimizin bir kosesinde unuttugumuz gunun modasina uygun giysilere sahip olmak,

-Okumadigimiz kitaplara sahip olmak,

-Asla kadranin gosterdigi surate ulasamayacagimiz en suratli arabaya sahip olmak,

-Bize gunde 35 kez zamani, baskalarina surekli zenginligimizi gosteren kol saatlerine sahip olmak,

-Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten cok uzak tabiri caizse yorgunluktan hasatimizi cikaracak deniz kenarina yakin bir yazlik, bir dinlence evine sahip olmak,

-Faizi, getirisi zarara ugramasin diye kiyip harcanamasa bile bol sifirli bir banka defterine sahip olmak,

-Dunyalarina ve guzelliklerine katilamadigimiz, asla yeterli vakit ayiramadigimiz basarili ve digerlerininkinden daha guzel cocuklara sahip olmak,

-Vaktimize, nakdimize, aklimiza, cenemize zarar verse bile bir futbol takimi taraftarligina sahip olmak,

-Sagligimiza, duzenimize, beynimize korkunc zararlar verse bile envai cesit ickilerin bulundugu gosterisli, dekoratif bir mini bara sahip olmak,

-Oturmadigimiz koltuk takimlari,

-Izlemedigimiz dev ekran televizyonlar,

Kullanmadigimiz, faydalanmadigimiz daha neler nelere sahip olmak... Ya da sahip oldugumuzu sanmak...

O maymun gibi avucumuzda tuttugunuz surece (faydalanamasak bile) sahip oldugumuzu sanmiyor muyuz?
Ve ancak parmaklarimizi gevsetip bunlardan vaz gectigimiz zaman gercekten ozgur olup tum yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz?

Aslinda biz bu dunyaya sahip olmaya degil, sahit olmaya gelmisiz. Ah bunu bir anlayabilsek. ..

Kadir OK

Bir Sayıyı Okumak





14 mart 2006 da yazdığım bir yazı....


BİR SAYIYI OKUMAK
Gazete bayisinin önünden geçerken, mavi bir kitap gözüme ilişiyor. Ve içimde az da olsa bir merak uyandırıyor içinde ne olduğuna dair. “şu kitaba bakabilir miyim? Evet şu mavi olana” kitabın sayfalarını karıştırıyorum ve arka sayfada ki yazıyı okuyorum. Daha önce hiç Ahmet Altan okumamıştım. Bu da ilk olsun “kristal denizaltı”. Bir gazete bayisinden kitap almak biraz tuhaf geldi ama bulunduğum yerde kitap bulabileceğim tek yer.
Vitrindeki dergilere bakmaya başladım. Sarı bir kitap daha vardı burada. İlk baktığımda fark etmemiştim. Gerçi sarı rengi benim açımdan albenisini azaltıyordu. Ernest Hemingway, bu isim pek yabancı değildi. “Melekler şehri” filminde az da olsa ondan bahsediyorlardı. Onun kitaplarını da hiç okumamıştım. Kitap bir dergiyle beraber ambalajlanmıştı. Dergiye baktım. Bir kültür sanat ve edebiyat dergisiydi. Daha önce adını hiç duymamıştım. Belki yeni bir dergi diye düşündüm. Tuhaf bir ismi de vardı. Tıpkı etrafımızı çevreleyen diğer araba markaları gibi bir ismi vardı. Çok parada istemiyorlardı bu dergi için. Her ay aldığım bilim dergisine ödediğim para kadar istiyorlardı. Onu da aldım. Bu cumartesi farklı geçecek; iki yeni kitap ve bir dergi.

Bir derginin ilk yazısı benim için önemlidir. Eğer bunu bir tartışma konusu olarak ele alırsanız; böyle düşünmem doğal gelecektir size… sadece birisinin düşüncesi olduğunu kabul etmek gibi… bir derginin ilk yazısı onun sürekliliğini ve çekiciliğini belirten yazı olarak kabul edilebilir. Çünkü ilk yazı çekti mi benzer çekicilik diğer sayfalarda da aranır ( bir yazarın ilk kitabı gibi). Ben de diğer okuyucular gibi yapıyorum. Çekiciliği ve farklılığı arıyorum. Çekiciliğin ve faklılığın anlamı yaratıcılıktır çünkü. Bir durumun versiyonunu bulup sunmak gibi değildir. Yaratıcılık; alışılmışın dışında olan, farklı, herkesin aklına gelmeyen, her şeyin üstünde, delice, vb. özellikleri taşıyan üründür. En büyük yaratıcılık hayattır. Çünkü hayatın akışında, içinde yaratıcılık olmayan her şey boş ve monotondur. Siyah bir duvarın renk değiştirmemesi gibi… Her gün gördüğümüz duvar ve bu duvara hiçbir anlam katmamaktan ibaret bu monotonluk. Yada sürekli daire çizmeye benzer. Bir anlam ifade etmeyen daireyi hep çizmek gibi. Bu yapılandan bir sonuç çıkması beklenilmiyor. Sadece yaşamak isteniliyor. Alışıla gelmiş bir yoldan geçip gitmek isteniliyor. Tıpkı diğer insanların yaptığını yapmak yaşadığını yaşamak isteniliyor. Ama zihnimizin kuytu bir yerinde, karanlıkta oturan bilinçaltımız hep bizi uyarır. Bize bir şeyler söylemek ister. Bunun için çabalar, didinir ve nihayetinde bize “Hiçbirşey” kelimesini yavaşça fısıldar. Bu ses beynimizde yankılanıp durur. Bir şizofrenin beyninde yankılanan ağlama seslerinden bir farkı yoktur bu yankılanmanın. Bazen farklı bir sestir bu bazen de umursanılacak bir şey değildir. Bunun farkına vardığımızda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. “Hiçbirşey” ya bizi farklılığı aramaya sevk edecek, “ve böylece yaşamımıza büyük bir farklılık katabileceğiz. Hayallerin ve zihnin ötesinde bir yere varmak kadar haz verici bir durumu yaşayacağız. Bu tarif edilemeyecek kadar güzel bir şey. Tıpkı bir yerde kazı yaparken bulduğumuz çok eski bir sandıktan neler çıkacağını beklemek kadar hoş. Hoş çünkü; o anda yaptıklarımızla yaşamı farklı kılmayı bildik.” Yada “Hiçbirşey”in farkında olup bu monotonluğun arasında yok olmayı bilerek seçeceğiz…


14/03/2008 Yıldırayg

Komşularımın Ne Kadar Çok Silahı Varmış




Bu yazıyı son derece "kısık" bir sesle yazıyorum. Hani ne olur ne olmaz klavye tuşlarının sesi komşularımdan birini rahatsız eder, onları sinirlendiririm, sonra al başına belayı.

Dün geceden beri komşularıma, kendi binamız ve yakındaki sakinlerine, sokaktakilere, yakın sokaklarda oturan diğer semttaşlarıma saygıda en ufak bir kusur etmiyorum.

Her birine onları sinirlendirmeyecek derecede bir tebessüm takıp suratıma, yerlere kadar eğilerek tüm saygımı gösteriyorum.

Karşı komşum, düğün değil seyran değil, müzik setinin sesini sonuna kadar açmış Ankara havası dinliyor. Dinlesin efendim, en doğal hakkı.

Üst komşum çarşaflarını yıkayıp asmış, boyu bizim balkonu geçiyor. Sıcakta evde oturmak iyidir, şimdi balkona çıkıp da ne yapacağız, Allah'ın günü bitmedi ya başka bir gün otururuz balkonda. Üst komşunun çarşaflarını tedirgin etmeyelim.

Oh ne güzel, bir komşumuzun misafirleri yanlış zile basmışlar. Bu sayede de olsa kapıya çıkıp hiç tanımadığımız insanlara o saygı dolu tebessümümüzü gösterebiliyoruz.

Ben bu kadar korkak değildim. Hiç kimse benim için ödlek kelimesini kullanmayı aklının ucundan bile geçirmezdi. Komşularımın hoşgörüsüne sığınarak söylüyorum, meğer ben ne geçimsiz, ne kavgacı bir tipmişim. Komşularım bunca zamandır bana nasıl katlanmış acaba.

Evet ne diyordum, ben eskiden bu kadar ödlek biri değildim. Ta ki dün geceye kadar. Atv ekranından Rüştü'nün penaltıyı kurtarışından hemen sonra gerçekte komşularına karşı ne kadar saygıda kusur etmeyen bir insan olduğum kendiliğinden ortaya çıktı.

Rüştü penaltıyı kurtardı, daha bizim futbolcular birbirine sarılmaya davranıyordu ki nasıl bir cephaneliğin ortasında yaşadığımız ortaya çıktı. Mahallenin dört bir yanında mermiler taılmaya başladı. Değişik sesler, değişik aralıklarla en az yarım saat sürdü silahların mermi kusması. Tek tek atılan mermiler, otomatik silah sesleri, kulağımızın dibinde patlayan silahlar, biraz daha uzaktan gelen sesler.

Öyle birkaç magandanın, bir kaç serserinin işi olsa neyse. Seslerden anlaşıldığı kadarıyla milli zaferden sonra silaha sarılmayanları n sayısı oldukça azınlıktaydı. Hani bir de silahı olup da olgunluk gösterip silaha sarılmayanları hesaba katarsak sanırım bütün komşularımın, bütün semttaşlarımın silahı var. Hem de patlayınca fena halde korku salıyorlar.

Bu yüzden karşılaştığım komşularımın, semttaşlarımın silahı olmayan birkaç garibandan biri olabilme ihtimaline kafayı yormuyorum. Ne yapacaksın can tatlı, en iyisi saygıda kusur etmemek.

Baran DENİZ

26 Ekim 2009 Pazartesi

ÖLÜMDEN SONRA YAŞAM VAR MI?




Şunu unutmayın ki!
Ölüm hakkında hiçbirşey konuşamazsınız. Çünkü ölüm hakkında konuşacağınız herşey yaşama girer...

Öncelikle herkesin fikrine saygı...
Herkesin fikri farklı olabilir. Sizin bildiklerinizi bilmeyebilir ya da siz onun bildiklerini bilmeyebilirsiniz.
Eğer siz inanıyorsanız nasıl inanıyorsanız öyle anlatın.
Aksi takdirde baskıcı bir tutum izlerseniz inanmak isteyenler sizin yazdıklarınıza inanmayacaktır.
Bu konuda kısa birşey söyleyeceğim.
"Bilim adamlarının üzerinde çalıştığı kuantum fiziği hakkında belirli bir teori üretebilmeniz için 15 yılınızı vermeniz gerekir." Bir hintlinin inancı için söylediği söz de şudur: Benim inancımı anlamanız için bizimle 15 yıl yaşamanız gerekir." "Biz de müslümanlar olarak bizi iyi anlamanız için bizimle yaşamanız gerekir diyebiliyoruz."
Şu anda her biriniz dünyanın farklı yerlerinde dünyaya gelmiş olabilirsiniz. Her birinizin inancı farlı olabirdi. Belki de inanç adına şu sözleri sarfedebilirsiniz. "İyi ki başka yerde doğmamışım" Bu söz herkes için geçerlidir.



Dinimizde anlatıldığı gibi ölümden sonra ki hayat gayet açık ve net bir şekilde anlatılmış.
Tabi insan öyle hemen kolaylıkla inanmaz bunun için insanları hor görmeyin çünkü kalpten inanmak ayrı bir şeydir. Çünkü insan; neye ihtiyacı olduğunu bilmez. Geleceği bilmez. Bu yüzden insanın bir inanca kalpten inanması hayatında önemli bir yer tutar.

Dünya üzerinde yaşayan insanların ölümden sonraki düşünceleri birbirinden pek fazla farklılık göstermez. İnançların çoğunda ölümden sonra bir yaşam muhakkak vardır. Tarih boyunca süregelmiş bir inanıştır bu. "Atalarımın yanına gideceğim", "Kaybettiklerimin yanında olacağım" vb. sözleri sık sık duyarız. Ama ne gariptir ki ölüpte geri gelen insanlar yok bu yüzden inanışlarda bazı muallakta sorular olabiliyor. Acaba anlatılanlar doğru mu? Yoksa yanlış mı? Ne kadarı doğru? Neler yanlış? Ölenler neden geri gelmiyor? Bize orayı anlatmıyorlar?
Görülen hayaletler, sınır dışı olaylar, parapsikolojik olaylar, konuşmayan görüntüler vb olaylar bizi ya inanmaya sevkediyor ya da inanmamaya
Genelde görülen hayaletler pek konuşmuyor sadece görünüyorlar ya da sadece birileri görüyor. Ya da hallisülasyondan başka birşey olmayabiliyor bu yaşananlar.
Özellikle tekrar dünyaya geldiklerini idda edenler daha fazla ilgi topluyor. Çünkü bize anlatacakları olabiliyor. Öldüğü anı, sonra nereye gittiğini, neler yaşadığını anlatabiliyor.
Ama anlattıkları çok yüksek derecede inandırıcı olsa bile insanların çoğu onun tekrar geri geldiğine inanmıyor. Çeşitli teoriler sunuluyor anlattıklarını çürütmeye dair.
Anlattıkları sadece kendisi için bir kesinlik taşır başkaları için değil.

İnansanızda inanmasınızda Bu çok geniş bir konu işin içinden kolaylıkla sıyrılmamız zor...

Yaşam her canlıya bir haktır, ölümde haktır.

Hayat çok garip, çünkü onu hiçbirşeyle kıyaslaya mıyoruz...
Ancak ölenler onu kıyaslayabilir. Ve eminim ki sözleri şu olacaktır.
"Hayat bambaşka bir şey"


yildirayg
...

27 Eylül 2009 Pazar